Güvenmek ve Bırakmanın Şifası
- oğuz çağım
- 3 Tem 2017
- 6 dakikada okunur
Neden o kadar takıntılıydım hiç bilmiyorum. Zaten bilinecek bir şey olduğunu da düşünmüyorum. Bilmenin de sürece pek bir katkısı yok zaten galiba. Sonuç olarak, özenli olmak ve obsesif olmak arasında fiziken ince ama anlamca kalın bir çizgi var.
"Düzenli" olma halim çocukken de varmış. Legoları, mekanik adam oyuncaklarını, kart oyunlarını oynadıktan sonra hep paketinden nasıl çıktıysa, aynı o şekilde tekrar kutusuna koyardım ve koyarmışım. Benim hatırladığım kısmı da var, hatırlamadıklarım ama annemin, halamın anlattıkları da. Bana kuzenlerden gelen, eksikleri olan oyuncakların benim yaşım geçtiğinde hala aynı eksikleri vardı. Hatta bir şekilde eksikleri tamamlanmış bile olabilir... Benim bu halimin "aferin"lendiğini de hatırlıyorum sıklıkla. Şu an hissettiğim, bu şekilde doğmuş olduğum ve yaşamımın başında ve içinde de bu halim desteklenirken, dengelenmeye alan açılmamış olduğu. (Ve fakat “bu benim karakterim, değişmem” demeyi bırakınca değiştim de…)
Bir yandan da yaptığım işi düzgün yapmak, kendimi vermek, başladığım işi güzel bir şekilde sonlandırmak, bu takıntımın bana kazandırdığı bir hediye. Her ne kadar okul hayatımda sadece sevdiğim dersleri çalışırken faydası olsa da kendi hayatımı anlamaya ve değiştirmeye odaklandığımda, bu armağanım bana büyük kolaylık sağladı.
Çocuklukta severek izlediğim ve oynadığım ninja kaplumbağalar oyuncaklarının 90'lı yılların başında alamadığım karakterlerini bundan yaklaşık 5-6 yıl önce, internet satış sitelerinde bulup Amerika'daki çok sevdiğim kuzenimin evine sipariş etmiş, kuzenimden de gelirken getirmesini rica etmiştim. Koleksiyon -neredeyse- tamamlanmıştı. Bana ulaşan parçalarla bendekiler o zamanki evimde birleşmiş, anlık bir sevinç ve haz dışında, kayda değer bir değişim olmamıştı hayatımda. Bir iki gün baktım, oynadım ve sonra gözüm alıştı ve diğer şeylerden farksız bir hal aldı kütüphanenin o bölümü de. Aklıma Dövüş Kulübü filminin başındaki sekans geliyor o dönemimi hatırladıkça. Bir takım firmaların önüme sunduğu ve fakat hiç de ihtiyacım olmayan şeyleri alma halim.
Sakladığım dergileri, biriktirdiğim DVD'leri ise son evimi kapatıp da serbest yaşama geçerken "ama bir gün tekrar okuyacaktım ve sevdiğim filmleri tekrar tekrar izleyecektim" sarmalından kurtulup, tanıdığım tanımadığım kişilerle patlaştım. Evimde biriktirdiğim ve evdeyken yanyana durmalarını izlediğim eşyaları verirken; ne biriktirirken, ne de toplarken hissettiğim duygulardan çok daha büyüğünü, güzel bir kopma hissini onları paylaşırken hissettim. Ve sonrasındaki hafiflik hali, sırtımdan inmiş ağır bir yük gibi bir hissiyat bıraktı. Bu sayede o eşyalarla kurduğum ve ayrılırken yaşadığım bu hem bırakamama hem de kurtulma ikili hissini sorgulamaya alan açıldı.

Ayda bir kaset almaya çalışırdım lise yıllarında. O kasetler önce türlerine göre gruplanır ve sonra da kendi içinde alfabetik olarak sıralanırdı. Biri ödünç bir kaset isterse, kasedi verip vermemeye o kişiyi ne kadar çok sevdiğime göre karar verirdim. İnsanları da ayırırdım, kasetleri de, eşyaları da. Sonra üniversitede aldığım devlet bursu ile her ay bir CD almaya başlamıştım. O CD'ler ciddi bi koleksiyoner gibi saklanır, dinlenir, geri kaplarına konur, uygun yere yerleştirilirdi.
İnternet üzerinden 2000'li yılların başlarında "tesadüfen" (bknz tekamül) tanıştığım ve sonrasında tanışmama onun vesile olduğu insanları da düşündüğümde hayatımı büyük bir şekilde değiştiren dostum, benim aksime (Gel-git, zaman ve an) son derece dağınık, çok güzel ve özel CD'lerini bile yerlerde bulabileceğiniz, hatta bir şeyleri yerde bulmanın yanında odasında adım atmaya zor yer bulabileceğiniz bir yaşantıya sahipti. Odasını kendisi hiç toplamazdı. Birkaç kez beraber toplamıştık (itiraf ediyorum, büyük haz almıştım, o kadar dağınık bir odayı düzenlemek, brrr, büyük keyif) ama eskisine dönmesi ancak bir kaç gün sürüyordu. Bu dostum bana çok şey öğretti. O kadar farklıydık ki bazı konularda, özellikle bu takıntılı olma halimi sorgulatmış, bir cisme bu kadar kafayı takmamın ne kadar yorucu olduğunu göstermişti bana. Ve ben de bir süre sonra onun gibi dağıldım...
Dağılmak bana çok iyi geldi. Bir sarkaça benzetiyorum bu hallerimi. Bir uçtaydım ve sarkaç serbest kalınca diğer uca doğru sallandım. Yani baya dağıldım ve deneyimledim bunu. Beğenmedim. Yine toplu halime, sarkaçın diğer tarafına doğru geri döndüm. Fakat bu sefer sarkacın enerjisi soğurulmuştu biraz daha ve bu yeni salınım merkeze, denge noktasına daha yakındı. Bence hayattaki kararlarımız sonunda dengeye geleceğiz ve mühim olan sarkacı olduğu yerde tutmak için direnmeyi bırakabilmek ki sallana sallana dengeyi bulsun/bulalım. Evrendeki tüm enerjiler (şu an bilindiği kadarıyla) dengeye gelmeye çalışıyor. Tüm evren de bu yöne gidiyor. Dolayısıyla özgür bırakalım ki kendimizi, dengelenebilelim.
Dengelenmek çabayla olmuyor. Denge, doğal olarak sağlanıyor. Suyu dengeye getirmek diye bir şey yok mesela, su hep dengededir, biz onu kullanarak su terazisi ile başka şeylerin dengesini ölçeriz. Ve eğer bir yapı dengesizse dengeli olmaya, bir atom karasızsa kararlı olmaya, potansiyel bir enerji kinetiğe dönüşüp daha az yoğun olan yere akmaya meyillidir zaten. Bize sadece ortamdaki engelleri kaldırmak kalıyor ve sabırla izlemek.
Yoga, insan bedeninin ve enerji merkezlerinin dengelenmesine çalışır. Meditasyon zihnin dengelenmesine çalışır. İnanç sistemlerinde bahsedilen "teslimiyet" ve "akışta olmak" tanımları da bu dengelenme sürecinin önüne engel olmamayı işaret ediyor. Yani su zaten akıyor. Ve o su, ne yaparsak yapalım, denge noktasına gelene dek akacak. O yüzden o akışa güvenmek ve dengelenmeye doğru akıp giderken etrafı kontrol edip, eleştirip, akışla mücadele etmek değil özümüzü anlamaya çalışmak, en güzel yolu simgeliyor bana. Yine fizik kanunları gereği her etki, kendisine eşit bir tepki yaratır. İnsan, üzerine uygulanan bir etkiyi "soğurma" iradesine sahip en özel varlık olarak tarif edilebilir (farklı inanç sistemlerindeki "karmanın temizlenmesi" veya "bir tokat yiyince diğer yanağını dönmek" gibi).
Eşyaları bıraktıkça başka bir kapı daha açıldı önümde. Anılarım, travmalarım, korkularım… Kısacası yıllardır biriktirdiğim, özenle sakladığım, duygusal bağlar kurduğum, kiminin acısını, kiminin heyecanını hatırlamaya bağımlı hale geldiğim bir sandık dolusu hatıra buldum içimde. Tozlu bir sandık bu, bazı hatıralar her gün, bazıları yılda bir gelse de aklıma, o sandığın üzerindeki eskilik, tarihi geçmişlik, sağlıksızlığı temsil eden tozları hep durdu üzerinde.
Eşyaları bırakmaktan aldığım motivasyonla giriştim bana şu an sadece bir hatıra işlevi gören zihindeki yığıntılara. O kadar çok anı var ki… Şu an bir kelime duyduğumda o depodan o anda çekilen o kelimeye ait anının beni nasıl etkilediğini gördükçe daha da şaşırdım. Çünkü aslında ben hayatımın iplerini elimde tutmuyordum! Bir bilgisayar hafızasına bağlanmış, oraya kayıtlı bilgiler dışında hareket etmeyen bir robottan farkım yokmuş meğer… Şu an bir kişiyi veya bir olayı görünce o hafızadan kıyafet, fiziksel görünüş, vb önyargılar beyin tarafından çekilip bir gerçekmiş gibi önüme konuluyor, zavallı ben de onları “gerçek” sanıyor ve karşımda o an olan olay veya kişiyle ilgili hiçbir şey “yaşamadan”, nefes aldığımı bile farketmeden güya yaşamaya devam ediyordum… Çok korkunç geldi bana bu.
Bir süre sonra şöyle bir davranış alışkanlığı başladı: Ben neden belirli bir durumdan korkuyorum? Hemen sandığa git, bul onunla ilgili anıları, o anda çıkartılmamış bastırılmış ne varsa içinden veya dışından ifade et boşluğa veya boş bir kağıda, affet – teşekkür et – af dile, anıdaki duygusal yoğunluğu özgürleştir ve bırak… Bırakayım ki su yeniden aksın, ruh ve beden yeniden dengeye gelebilsin. Tabii ki her anıyı temizlemek, belirli anıya ulaşmak, yüzleşmek çok kolay olmayabilir ama bu gibi durumlarla uzmanlaşmış kişilerden yardımlar almak da günümüzde gerçekten çok kolay.* En azından yıllarca o yükü omzunda taşımaktan çok daha kolay olduğu kesin. Sadece biraz sabır, inanç ve istek…
Çok sevdiğim dostum bir satsang sırasında hatırlatmıştı: Şiddetin en büyüğünü kişi kendine yapıyor, kendimize kızıyoruz, eleştiriyoruz, beğenmiyoruz, ceza veriyoruz, kızıyoruz, her gün, her sabah, elimiz her kaydığında, her ayağımız takıldığında, her sınavı geçemediğimizde… Bir yerde okuduğum bir yazıda da şu anlatılıyordu: Bir gün biri sana bir hata yapar, o gün o hatayı hafızana o gün çözümleyemediğin duygu yoğunluğuyla alırsın ve düzenli aralıklarla o anıyı hatırlayıp, benzer duygu yoğunluğunu yaşamaya devam edersin. Bir kişi sana bir kez bir hata yapar ve üzer ama sen kendine belki de binlerce kez aynı şeyi hatırlatır ve yaşatırsın. Ki bunun ne sana bir faydası olur, ne de o kişiye bir dersi… Affetmenin karşıdaki kişinin faydasına değil, kendi faydama olduğunu, konu ne olursa olsun içimde tuttuğum yükün sadece bana zararı olduğunu, o günlerde anladım. Ve bıraktım, özür diledim, affettim, teşekkür ettim…
Şimdilerde bana yeni girdiğim bir ortamda güvenemediğini söyleyen olursa onlara şunu soruyorum: “Ben bana güvenmemen için sana ne yaptım?” Cevap basit, hiçbir şey. Güvensizlik hali de o kişinin derinlerinde sakladığı sandıktaki bir takım yaşantıları anlatıyor aslında, benimle hiçbir alakası yok. Ve kişi o sandığı henüz açmadığı için her benzer anda “güvensizlik” damgasıyla etiketliyor o anı. Ben ise dengeyi öneriyorum. Nötr olmak, ne tam anlamıyla tüm ipleri karşıdakine vermek, ne de durumun potansiyelini daha her şeyin başındayken yok etmek. İkisinin arasında, yeni tecrübelere açık, özgür, ferah ve sonsuz potansiyellerle dolu bir yer var. Yeter ki o potansiyele bir şans vermeyi başarabileyim.
Taktığım şeyler varken, sırtımda taşıdığım kararlar varken, kendimi tanımladığım kalıplar varken, kendi düşüncelerimi kısıtlayan düşünce sistemleri varken, özümün, varlığımın dengelenemediğini gördüm. Bırakmaya başladım. Özgürleştim, derinleştim, güzelleştim... Bıraktıkça kazandım, verdikçe çoğaldım, tuttukça azaldım...
Tao te ching'de dediği gibi Usta'nın:
Growing Downward Aşağı Büyümek
Be broken to be whole Tüm olmak için kırıl Twist to be straight Düz olmak için bükül Be empty to be full Dolmak için boşal Wear out to be renewed Yenilenmek için eski Have little and gain much Aza tamah et ve çok kazan Have much and get confused. Çoka sahip ol ve aklın karışsın
Sevgiler :)
* Şifa çalışması, manevi destek ve her türlü sorunuz için bana ortayolculuk @ gmail adresinden ulaşabilirsiniz...
Son not: Sayfa ziyaretçilerine bir de davetim var. Burası kişilerin ön bir ödeme veya koşula bağlı olmadan girip yazıları okuyabileceği bir ortam. Fakat bu durum bizlerin birbirimize destek olması, teşekkür etmesi, beslemesi, bağları derinleştirmesine engel olmamalı. Davetim, alışılagelmiş olan "para (bedeli) ödenir mal - hizmet alınır" soğuk ve otomatik döngüsünü, armağan, gönül bedeli, takas, paylaşım gibi yöntemlerle, sadece fiziksel form alışverişine bağlı kalmadan (kitap, dergi, kaset, vb maddelere bedel ödemeden), zorunluluk hissetmeden, sıcak ve aktif bir hale dönüştürmek üzerine. Para ve teşekkür ile ilişkilerimizi kolaylaştırabilmek, güçlendirebilmek, hayatlarımızı daha iyi destekleyebilmek adına, sizlerden gelecek hediyelere, takaslara, bağlantılara, maddi ve manevi tüm paylaşım ve desteklere kendimi açıyorum ve sizleri de bu derin paylaşıma davet ediyorum. Bir gönülden sarılma, bir mektup paha biçilemez olabilirken, paranın kendisinden de armağan olabilir. Yeter ki kendi kaynaklarımızın armağan ederken dengeyi bulabilelim...
Comments