top of page

'Ben' Yokken, Her Şey Ben

  • oğuz çağım
  • 8 Oca 2018
  • 7 dakikada okunur

Geçen yıl bir gün, yine haftalık pazar alışverişini yapmak için Fethiye'ye inmiştim. Köyde yaşadığım evdeki halimden farklı bir hal ortaya çıkabiliyor pazar alışverişi ve diğer yapılacaklar için Fethiye’ye indiğim günlerde. Zihnimde ev için alınacaklar, yapılacaklar işler dönüyor ve bazen de alışverişi en kısa yolla halledip eve dönmek için en verimli kestirme yollar ve ihtimaller yarışıyorlar. Komik bir hal bence bu çünkü verimlilik adına yapılmış o anki zihin aktivitem nedeniyle eve döndüğümde yorulmuş ve dinlenmeden hiçbir şey yapamaz hale gelmiş oluyorum genelde. Kahve gibi, şeker gibi uyarıcı ve doping etkisi yaratan şeylerle, gerçek bir hal olmasa da daha enerjik olabiliyorum tabii. Fakat hayatımın şu noktasındaki sadeleşmek ve farkındalık üzerine olan odağım bana şunu hatırlatıyor hep: doping almaya ihtiyaç duyacağına, daha az enerji harcayarak yaşamayı neden denemiyorsun?

Gözümle gördüğüm, dokunduğum, duyu organları vasıtasıyla algıladığım ve "gerçek" diye tanımladığım dünyadaki verimlilik tanımı için eksik bir şey olduğunu hissetmeye başlamıştım bir kaç yıl önce: kendim. Gözlerle görüp, bedenle yaşadığım hayat içinde en kolay unutulan, gözden kaçan şey hep kendi halim oldu benim. Başkalarına yardım etmeye odaklanıp kendi ihtiyaçlarımı gözden kaçırdım, başka maddelerde bulduklarımı kendi içimde hiç aramadım, olmak istediğim halleri hep dışarıda algıladım ve kendi içimde yok dışarıda çok şeklinde algıladım, öğrenmem gereken şey çoktu fakat kendi tecrübemle öğrenmeyi ve bilmeyi hep hor gördüm... Kısacası iki dünya yarattım: birincisi dışarıda her şeyin var olduğu dünya, ikincisi bir çok şeyin eksik olduğu, tamamlanması gereken ben dünyası. Tamamlanması gereken dünya olarak tanımlanmış olan kendim, hep ikinci planda kaldı bu sebeplerden: özveride bulunmalıydım, çok disiplinli ve ciddi şekilde çalışmalıydım, az enerji tüketmeli ve az "kirlilik" yaratmalıydım çünkü ben minicik, potansiyeline ulaşamamış, ne istediğini farkında olmayan, sürekli üretmesi "gereken", çevreye "zararlı", ince hesaplar, planlar ve düşünceler kurgulamadan bir yere varabileceğime inanmayan, düşüncesiz, basit biriydim.

Bu düşünceleri, kendi kendime uyguladığım şiddetle kolaylıkla bağdaştırabiliyorum. Çünkü bende yarattıkları hal şiddetli gerçekten. Varlık halini, dışarıda gördüğünü ve kendisinde olmayanı "eksiklikler"le tanımlayan her can, kendine şiddet uyguluyor demektir. "Neden hala daha şefkatli değilim", "O nasıl o kadar süre bağdaş kurup oturuyor da ben oturamıyorum", "O adamın ne kadar parası var, benim hiç bir birikimim yok"... Çok örnek var bu konuda, kimileri fark etmesi daha kolay, kimileri daha ince bir bakış gerektiriyor.

Peki nasıl değişecek bu kendime uyguladığım eziyet? Neden tek başıma sırtlandım tüm dünyanın sorumluluklarını? Çünkü ego, kişinin daha iyi olmasını yine kişisel çıkarlarla tanımlamaya çalışırken, bir yandan da kişinin acı çekmesinden de beslenir ve bir "acı bedeni" yaratır. Kendini bütünden ayırmayı ve ayrı bir varlık gibi tanımlamaya bayılır ego. Ego kişiye hem tüm dünyanın sorumluluğunu yüklemeye bayılır çünkü kişi kendini daha değerli, daha işe yarar, daha kıymetli hisseder ve fakat bu imkansız görev kişiyi yıpratmaya başlayınca da başlar kırbacı vurmaya "onlar yapıyor sen neden yapamıyorsun, bir türlü değişemedin, güçlenemedin, hep korkuyorsun...". Bu çıkmaz sokağın bir çıkışı var aslında. Benlik olgusundan, her şeyi kendimizin bildiğinden, hayattaki her olayı bizim planladığımızdan, bahçemizdeki bitkileri kendimiz yetiştirdiğimiz yanılgısından birer birer sıyrılıp, aslında yaşanılan hayatı "bir şeyler becermek başarmak" değil, bir şeyleri izlemek, deneyimlemek, hata yapmak, keyif almak olarak görmek. Bir kaç kelimeyle anlatımı bu kadar iken, üzerine günlerce konuşulabilecek ve örneklendirilebilecek bir konu tabi bu. Mesela;

84 model bir araba kullanıyorum, seviyoruz birbirimizi. Zaman zaman, sürpriz arızalar nedeniyle yolda kalıyoruz bazen. Geçen yıl bu zamanlarda, önemli bir fark etme anı yaşadık bu araba ile birlikte. Ankara'ya, annemin evine varmaya 50 km kaldı, kışın en soğuk zamanları, akşam saat 8. Lady isminde, arka bacakları bir kaza nedeniyle aktif bir şekilde çalışmayan bir köpek ile yaptığımız bir seyahatin sonlarına yaklaşıyoruz. Bir anda motor hararet yaptı ve arabayı bir benzinliğin karşısında yolun kenarına çektim. Ne olduğunu anlamaya çalıştım, kaput kapağını kaldırdım ve gördüm ki radyatörün kayışı kopmuş. Hava buz gibi olmasına rağmen aracı ilerletmek, daha büyük zararlara yol açacağından dolayı riskli. Ankara'daki ustayı aradım fakat evine gitmiş olduğundan gelip tamir etmedi, çekici çağırmamı önerdi. Çekici çağırdım ve içim sıkıştı, kendi kendime şiddet başladı: "neden arabayı kontrol ettirmedin ki?", "bak şimdi hiç planda yokken bir sürü masraf edeceksin boş yere", "halbuki en başta tamirciye gidip bakıma soksaydın, şimdi bu parayı vermene gerek olmayacaktı ve evine kolayca ulaşacaktın"...

Tüm bu zihin mesaisinin yanında, sanırım öğretici bir kış geçirmiş olmanın verdiği bir hissiyatla, bir yanım sadece "sakin ol ve düşünme, bırak"ı seçti. Lady bir sibirya kurdu olduğundan dolayı üşümüyor, ben benzinlikteyim ve çay ikram ettiler, çok daha kötü bir yerde de olabilirdi bu durum ve maddi olarak yapacağım ödeme bana eminim bir şekilde geri gelecekti. Velhasıl çekici aracı geldi ve içinden benim yaşlarımda, uzun sakallı, başında takkesi olan biri indi. Arabayı bağladık, yükledik, bindim yanına ve yola koyulduk.

Sıcaktı aracın içi, sakin sakin giderken sohbet etmeye başladı çekici aracın şoförü. Nereden geliyorsun, nelerle uğraşıyorsun, mesleğin ne gibi sorular. Sıkılmıyorum, hatta tam tersine, keşke rahatça akacağını bilsem konuşmanın da derin sohbetlere girebilsek diye geçiriyorum içimden ama bir yandan da bu tür durumlarda yanlış bir ön yargı ile karşımdaki kişinin "gerçek" dünyasında yer almayan yaşama hallerimi anlatmaktan zorlanıyorum ve ulaşamayacağını hissediyorum.

Neyse, başladık ufak ufak cevaplaşmalara. Yavaş yavaş anlatmaya başladığım yaşam halimi duydukça daha da derinleşti konu ve şoförün beni anlama isteği daha da heyecanlı bir hal aldı. Kendi hayalimi bile rahatça ifade edebilecek bir an'a vardı bu sohbet: "Bir takım hastalıklarla ve engellerle hayatlarına devam eden hem insanlar hem de hayvanlar için bir iyileşme ve yaşam merkezi kurmak istiyorum". Şoför çok heyecanlandı ve taktir etti beni, yaşadığım hali, yaşama şeklini, inanmadığım bir dünyanın içinde olmamamı ve yürüdüğüm yolu. Kendisinin de bunu çok istediğini fakat çocuklarının okul çağında olduğunu ve henüz onların sorumluluğu üzerindeyken böyle bir yola giremeyeceğini anlattı. Ve konuşmasının sonunda da şunu söyledi: "Ben de çocuklar okullarını bitirince eşimle köye gitmeyi istiyorum. Fakat senden farklı olarak ben köye gittiğimde oradaki tüm yaşlılara, yoksullara yemek dağıtan, kapısı her zaman açık, oradaki ve yakınlardaki insanların maddi sıkıntılarına çözüm bulabilecek güçte olmak istiyorum. Şimdiki çalışmalarım ve kenara ayırdığım parada hep bu istek gizli."

Derinlerde bir kırılma yaşadım o an. Benim cebimden çıkıyordu para ama onun cebine giriyordu. Benzer bir hayali paylaştığım bir kişinin cebine. Bir anda para üzerindeki sahiplik - mülkiyet kavramım buhar oldu ve uçtu. Para sadece kendi akacağı yeri seçiyordu ve aslında aktığı yerde yaratacağı fayda aynıydı. En azından benim örneğimde öyleydi. Cebimden o çekici şoförüne akacak paranın zaten bana gelirken de benzer bir hikayeyle geldiğini, giderken de benzer bir hikayeyle gittiğini fark ettim. Para "benim" olmaktan çıktı. Ben o paranın ilgili yere ulaşabilmesi için "aracı" oldum sadece. Benim olduğunu düşündüğüm o paranın ve aslında sahip olduğumu düşündüğüm paraların mülkiyetini bıraktığım anda çok sürprizli bir başka düşünce beliriverdi zihnimde: Hiçbir para benim değilse, o zaman asılında tüm paralar da benimdi. Tüm evren - doğa - yaşam için fayda sağlamak için hayata geçmesine niyet ettiğim her doğru çalışma için de gereken enerji (para) da bana akacaktı. Çünkü herkes sadece birer aracı aslında ve tek yaptığımız doğayı, evreni, hayatı beslemek.

Bu düşünceler yanında aslında zihinsel olarak kendimi eleştirdiğim, "yola çıkmadan aracı bakıma sokmalıydın" öz eleştirileri de önemini yitirdi bir anda. Çünkü eğer araç o noktada o saatte arıza yapmasaydı, ben o kıymetli şeyleri öğrendiğim an'ı o şoförle yaşayamayacaktım. İyi ki bu şekilde oldu dedim içimden. İyi ki de düşünmemişim yola çıkmadan önce...

Yazının en başına dönersem, kendimi eleştirmek ve kızmak için harcadığım, planlamak için harcadığım zihinsel enerjiler, bu andan önce yıllar boyu kendimi eleştirdiğim, para konusunda tedbirli olmam, temkinli olmam, biriktirmem, hatta har vurup harman savurmamla ilgili düşünceler için harcadığım enerjiler için ne diyebilirim? Beyin, tüm bedendeki en fazla enerji harcayan organ. Yani verimsiz, bencillikle ve egosal yaklaşımlarla, düşüncelerle geçen 10 dakika, bir köpeği okşamak için geçen 10 dakikadan çok çok daha verimsiz aslında. Çünkü ne bir canlıya bir faydası dokunuyor, ne kişinin kendisi için bir motivasyon, olumlu bir hissiyat yaratıyor, ne de kozmozun gerçeklerine yaklaştırıyor bilinci.

Fethiye'ye pazar alışverişine indiğimde, daha önce hiç yapmadığım bir yol izlemiştim o gün: zihnim hangi alışverişi daha önce yapmamın daha "verimli" olduğunu düşündüğü ve zorlandığı sırada, düşünmekte olan odağımı ayaklarıma döndürüp, ayaklarımı gözlemledim. Aslında hali hazırda yürüyordum ve zihin karar verememiş olsa bile ben durmuyordum. Zihnimde "verimlilik analizi" yapan mekanizma hala çalışırken aslında serbest bıraktığım beden bir yöne doğru hareket etmeye başlamıştı zaten. Tüm manevi çalışmalar ve öğretilerde de önerildiği gibi kendi hareketlerimi sadece gözlemlemeye başladım ve aslında zihnimde bıdır bıdır konuşan ihtimallerden birine zaten yürümekte olduğumu gördüm. Düşünceler sakinledi iyice, o anda verdiğim "karar", "karar vermemek ve izlemek" idi. Vardığım yerde alışverişlerimi yaptım. Oradan, yaklaşık 30 dakika sonra, diğer arkadaşımın yanına gittiğimde tam o sırada benimle iletişim kurmak isteyen bir kişinin onun yanına geldiğini ve bunun büyük bir "tesadüf" olduğunu duydum. O kişi ile konuştuk ve herkese o an orada olmak çok faydalı ve iyileştirici geldi.

Eve döndüğümde, bu geçirdiğim günü tekrar gözden geçirdim ve dedim ki "iyi ki o andaki bencil ve egosal -başarılı olma, faydalı olma, verimli olma, doğruyu yaptığından emin olma- öğrenmişliklerden sıyrılıp, kendimi sadece o günkü akışıma, müdahae etmeden bırakabilmiştim. Ve o gün, benim için son derece faydalı ve verimli bir gündü. Aslında ben faydalı ve verimli olmaya çabalamamıştım. Ve en büyük fayda da tam da bu çabalamadan ve kendiliğinden gelen akışın içinde olmamdan dolayı başımdan geçmişti. Ben "bilmiyorum ve teslim oluyorum, akışa güveniyorum" demiştim sadece.

Ben, bir şeyleri becermeye çabalamaktan vazgeçip kendimi rahat ve özgür bıraktıkça, değişim kendiliğinden geliyor. O çabalama ihtiyacını ortaya çıkaran egosal* süreçleri ve geçmişte yaratılmış algı kalıplarını görmek, bir şeyleri yapmaya çalışmak değil de, yaptığım ve aslında ihtiyacım olmayan bir şeyleri (endişe duymak, korkmak, pişmanlıklardan çekinmek gibi nedenlerle bastığım frenler) yapmamayı öğrenmek; kendimi güvene, sevgiye, bütünlüğe bırakmayı mümkün hale getiriyor. Kısacası frene basmadığımda, düşünceler içinde savrulmak yerine önceden tahayyül etmemin mümkün olmadığı bütünün akışına güvenip kendimi bıraktığımda, her şey güzelleşmeye başlıyor.

Büyük usta, Masanobu Fukuoka'nın söyledikleri geliyor aklıma: "Hiçbir şey yapmamak (Wu Wei**), en iyi tarım metodudur. Maddeler, insan zekası, hepsi önemsizdir çünkü her şeyi doğa yapar. İnsanlar tarafından yetiştirilmiş tek bir buğday tanesi dahi yoktur. Hepsini doğa yapar."

Benim tarafımdan becerilmiş hiçbir şey yok. Her şeyi bütün yapıyor. Ben hayranlıkla izliyorum, öğreniyorum.

Sevgiyle.

oğuz çağım

* Egosal süreç: bireysel süreci önemserken, bireyin bütünsel akıştaki yerini göremeyen; bireysel duyuları, maddesel veya dünyevi algıları ve öğrenmişlikleri değişmez gerçek olarak tanımlayan ** Wu Wei: Lao Tzu'nun Tao Te Ching'de bahsettiği terim. "Tao hiçbir şey yapmaz, ama yine de hiçbir şey yapılmadan kalmaz.". Edimsizlik prensibi.

Son not: Sayfa ziyaretçilerine bir de davetim var. Burası kişilerin ön bir ödeme veya koşula bağlı olmadan girip, yazıları okuyabileceği bir ortam. Fakat bu durum bizlerin birbirimize destek olması, teşekkür etmesi, beslemesi, bağları derinleştirmesine engel olmamalı. Davetim, alışılagelmiş olan "para (bedel) ödenir mal - hizmet alınır" soğuk ve otomatik döngüsünü, armağan, gönül bedeli, takas, paylaşım gibi yöntemlerle, sadece fiziksel form (kitap, dergi, kaset, vb maddeler) alışverişine bağlı kalmadan, zorunluluk hissetmeden, sıcak ve aktif bir hale dönüştürmek üzerine. Para ve teşekkür ile ilişkilerimizi kolaylaştırabilmek, güçlendirebilmek, hayatlarımızı daha iyi destekleyebilmek adına, sizlerden gelecek hediyelere, takaslara, bağlantılara, maddi ve manevi tüm paylaşım ve desteklere kendimi açıyorum ve sizleri de bu derin paylaşıma davet ediyorum. Bir gönülden sarılma, bir mektup paha biçilemez olabilirken, paranın kendisinden de armağan olabilir. Yeter ki kendi kaynaklarımızın armağan ederken dengeyi bulabilelim...

Comments


Öne Çıkanlar
Etiketler
bottom of page