Karma-karışık Hayat ve Annelik
- oğuz çağım
- 9 Ağu 2017
- 9 dakikada okunur
O kadar da karışık değildir belki. Benim görebildiğim kadarıyla o kadar da karma-karışık değil ama görebildiğimi ne kadar anlatabileceğim bilmiyorum... Bir deneyeyim:
Annemle çok zorlandığım bir ilişkimiz vardı. Nedenlerine girmeyeceğim burada. Çünkü bence nedenler, sembolik anlamları dışında, iki tarafın da egosunu beslediği "bahaneler" aslında. Ben büyük bir çocukluk travması yaşamadım bence. Fakat herkes ancak kendi yaşadığı tecrübeyi "en kötü" olarak anlayabildiği ve dünyada yaşanan bir çok travmayı tecrübe etmediğim için, benim yaşadıklarım da o dönemde benim için "en kötü ebeveynlik" deneyimleriydi. En doğru tabiriyle şöyle diyeyim, o zamanki algım, yaşananları bu duygularla kaydediyordu.
Ergenlik yıllarında (14-15 yaşlar) başlayan sert çatışmalar, kaçılan ve nasıl konuşulacağını bilmediğim düğüm düğüm duygular bıraktı bende. Bu düğümler 16 - 17 yıl kadar içimde dönmeye devam etti. Bu duygulardan ve yaşananlardan dönem dönem baya bir insan "suçlu" seçildi. Annem, babam, ablam, akrabalar, tanıdıklar, kendim... Belli dönemlerin belli sorumluları vardı. Yaşanan her şeyin sanki bir "adaleti" sağlanmalı gibi bir algıyla, her seferinde kendi bakış açımla cezalar kesip, insanların suçlarını kabul etmesini ve benden af dilemesini bekledim. Hatta af dilemek bile yeterli değildi, görüşmemek daha iyi olacaktı artık. Kendimle ilgili durumda da ne büyük şiddet uyguladım kendime, pişmanlıklar, değersizlikler, yaptıklarımı kabullenememe ve affedememeler... Ne büyük eziyetler çektirmişim kendime, inanılacak gibi değil gerçekten.
Burada yazacağım konu annemle olan ilişkim. Annemle yaşanan çatışma hallerim, farklı bakış açılarına sahip olmanın getirdiği anlaşmazlıklar gün geçtikçe daha zor bir hayat sundu önüme. Anneyle çatışma içinde yaşamak (sanırım özellikle erkek çocukları için) büyük bir dengesizlik ve karmaşa yaratır. Anne karşılıksız sevgiyi, korumayı, beslenmeyi, kısacası varlığın temellerini sembolize eder. Ben de bütün bu temellerde yaşadığım sarsıntıların ardından denge bulmaya çabaladım, kendimden başka şeylerde, insanlarda, uğraşlarda, maddelerde. Buldum sandığım her an'ın ardından, yine yetersizlik ve tatminsizlik hissiyle yine karşı karşıya kaldım. Tabii ki dengeyi dışarıda bulamadım.
En büyük sevgi kaynağından sevgiyi alamadığımı hissetmek ve aynı şekilde en derinden bağlı olduğum kişiye sevgimi gösterememek zor bir süreçti. Aradaki ilişkide oluşan birbirine girmiş yüzlerce örüntü (pattern), benim annemle olan en basit diyaloğumu bile o alışılagelmiş hususlardan birine çekerek, iletişimin tartışma ile bitmesine neden olabiliyordu. Eskiden yaşanmış, unutulmamış, çözümlenmemiş bir hikaye, üzerime yüklü sorumluluklar, beklentiler, kendi 'doğrularım'la anneminkilerin ters düşmesi...
İşin fenası, bu konuyu her anlatışta yaşadığım gibi şu anda da, nasıl oldu da annemle ilişkimizde ilk değişimler yaşanmaya başladı hatırlamıyorum. Babam öldükten sonra (2007) bir süre evde yerleşik kalmayı denemiş, maddi sıkıntılarım çözülünce de kendi evime çıkmayı başarmıştım. Bu, yanlış bir hissiyatla da olsa yaptığım ilk olumlu hareketti. Birincisi bir sorunun o sorunun içindeyken ve bir parçasıyken çözülmesinin, ancak gerçek bir aydınlanmış bilinçle mümkün olabileceğine inanıyorum. Tıpkı ilk yardımın ilk adımları gibi; önce kendinizin, sonra da yaralının güvenliğini sağlayın ve ardından kendinizi ve yaralıyı tehlikeli bölgeden uzaklaştırın. İkincisi, arada kurulan sağlıksız bağların kopması veya zayıflaması için mesafe ve zamana ihtiyaç duyulması, uzaklaşmamı anlamlı kıldı.
O dönem önüme "Tanrılar Okulu" isimli kitap çıkmıştı (can dostumun 30. yaş armağanıydı), bende yavaş yavaş büyük bir değişim yarattığını hatırlıyorum. Osho ile tanışmıştım ve okumaya başlamıştım. Yoga sürekli önüme çıkıyor ama ben ısrarla ve önyargıyla onu da reddediyordum. Başarılı bir "hayat koçu - mistik" ile tanışmıştım, iki yıl sonra da başka bir enerji uzmanıyla hayatımı değiştirecek bir beden enerji merkezi dengeleme ve DNA aktivasyonu deneyimi yaşamıştım. Enerji uzmanıyla görüşmem öncesinde, hayatımda yaşadığım tüm ilişkilerde annemle yaşadığım dengesizliğin parçalarını teker teker görmeye başladığımı hatırlıyorum. Çıktığım evi kapatıp annemin evine dönmüş ve kaçtığım şeylerle yüzleşmeyi, yüzleşirken de anneme eleştirel gözle değil, anlamaya çalışarak bakmayı öğrenmiştim. Peşinden de annemden beklediğim tüm özürlerin yerine onu her bir konu için teker teker affetmeye başladım. Hatta onun yaşadığı hayatın getirisi ve sonuçları olan onun yaşam biçimini, o yaşamın benim hayatıma olan yansımasını şahsen sahiplenmemem gerektiğini anladım ve bunu içselleştirmeye çalıştım. Annem kendi sürecini yaşıyordu ve bizim ilişkimize de bu süreç yansıyordu. Bir önceki yazıda da bahsettiğim gibi, annem bana belki bir takım 'hatalar' yapmıştı ama ben bunları omuzlarımda yük yaparak hataların en büyüğünü kendi kendime yapıyordum. 'Dışarıdan' gelen şiddet, kişinin kendi kendine yaptığı şiddetin yanında baya küçük kalıyor. Her gün, her an, organize bir şekilde, yaşanmış ve geçmiş şeylerle yaşadığım pişmanlıklar, kabullenememeler, kızgınlıklar, haksızlıkları sürekli ve sürekli hatırlatan, kurban psikolojisindeki bir zihin yapısı yanında dışarıdaki şiddet baya küçük kalıyor...
Ayrıca şunu da anlamıştım: ben annemle ilişkimi dengeleyemezsem, hayatımdaki romantik ilişkilerimden başlayarak bir çok konu dengelenemeyecekti. Yani ben annemle ilişkimi annemin faydasına değil, kendi hayatımın huzuru ve dengesi adına düzenlemek ve iyileştirmek zorundaydım. Annemin istediği, eskiden zorladığı ve "onun dediğini yapmamak" inadıyla o güne dek yapmamış olduğum bazı şeyleri, yapmaya da başladım. Çok ilginç bir farkedişti bu da: Birinin isteklerini yapmayı reddetmek için bir şeyi yapmamakla, biri istiyor diye bir şeyi yapmak arasında hiçbir fark yok çünkü her iki davranış da temelini başkasından alıyor. Halbuki 'dış faktörler'den bağımsız, sadece doğru olduğuna inandığım şeyi yapmayı becermek gerçek özgürlüktür.
Annem açısından bakınca en temel konu olan, babamın ölümü sonrası "yalnız yaşam"da hayatta kalma becerisi geliştirmek ve "evin erkeği olmadan" yaşama devam etmek konuları benim için, o dönemki sert halimi de düşünülünce kabul edilebilir şeyler değildi. Her ilişkimde tekrar ettiğim "karşımdaki kişiye her istediğini vermek, kısacası balık tutmayı öğretmek yerine balık vermeye devam ederek onu kendime bağımlı hale getirmek değil, kendi ayakları üzerinde durabilen bir birey olması için ona destek olmak gerçek sevgidir" inancıyla anneme, kendinden 10 hatta 20 yıl daha yaşlı kişilerin bile hayatlarını neredeyse tek başlarına sürdürebildiklerini sürekli hatırlatarak, evden gitmek için illa evlenmem gerekmediğini söyleyerek, en gerekli anlarda da yardımcı olarak, adım adım annemin güçlenmesine alan yaratmaya çalıştım.
Ben çabaladım, biraz verdim, biraz sınırladım ve hep zihnimden/örüntülerimden çıkan değil, içerilerden/kalbimden gelen bir sesi dinlemeye odaklandım. Sonucu benim için gerçekten muhteşem oldu. Bir gün annemi (2016 ortası), uygun olduğum için bir yerden bir yere arabayla bırakıyordum. Sakin sakin yoldayken annem bana "Sana bir şey soracağım ama doğru cevap vereceksin tamam mı?" dedi ciddi ve birazcık da endişeli bir sesle. "Hımm, bakalım ne gelecek şimdi?" diye içimden geçirip, sürece ve kendime güvenle tabii ki sormasını söyledim:
"Oğlum sen kanser mi oldun?"
Gülümsedim. Bunu neden sorduğunu anladım aslında ama yine de sordum neden böyle düşündüğünü. "Çünkü bir süredir yediğine içtiğine özen gösteriyorsun, eşyalarını azaltıyorsun, evini kapatmaya hazırlanıyorsun, ilişkilerinde yumuşadın, işle ilgili bağlarını azalttın...". Ben de şunu sordum ona: Hayatıma özen göstermek için illa hastalanmam mı gerekiyor annecim? Ben sadece hastalanmadan değiştirmeye karar verdim hayatımı...
Burada sanıyorum bir büyük detay daha var. Birey olmak ve ebeveynlerin çocuklarının birey olduğunu görmek istemesi. "Askerliğini yap, iş bul, evlen" üçlemesinin önemli bir kısmı, çocuğun birey olma yolunu tamamlaması ve ebeveynin de sonunda çocuklarını yetiştirme 'sorumluluğundan' feragat etmesi sanırım. Batı kültüründe bu durum 18 yaşını geçince sanırım biraz otomatik bir şekilde olagelirken ve çocuğun birey olması daha erken yaşta sağlanıp ailedeki (bence bu coğrafyada büyük bir kısmı sağlıksız olan) kuvvetli bağların yerini daha hafif bağlara bırakması hadisesi, bizim coğrafyada neredeyse ölene dek devam edebiliyor. Benim örneğimde sanırım annem o noktada Çağım'ın artık bir birey olduğunu, kendi kararlarıyla hayatını kendi halinde sürdürebileceği ve hatta kendi bireysellik sürecinin de eksik kalan yerlerini benden örnek alarak tamamlayabileceğini gördü.
Şimdi yazarken aslında hikayenin tümü daha net ortaya çıkıyor. Ben anneme değil kendime odaklanmıştım aslında o dönemde. Gezi sürecindeki daha çok politik farkedişler, doğal tarım ile tanışmam, sonrasında tanıştığım insanlar, okuduğum kitaplar, Japonya, Hindistan ve Nepal gezilerinde gördüklerim ve öğrendiklerimin yol göstericiliğiyle birlikte oradaki yoğun çalışmaların etkisiyle döndüğüm zamanki ruh halim (2016 başı), budizm, hinduizm, sufizm ile derinleşmeler... Bütün öğretilerde, inanç sistemlerinde, okuduğum kitaplarda bahsedilen en temel şey, yapılabilecek en büyük ve etkili değişimin, kendini değiştirmek olduğuydu. Ben de buna odaklanmıştım. Ve etrafım değişmeye başladı benimle birlikte. Hem de ben hiç de etrafımı değiştirmeye odaklı değilken...
Ve yıllar boyu annemden duyduğum "Ben 40 - 50 yaşında kadınım, bu yaşa kadar değişmediysem siz beni değiştiremezsiniz!" laflarının ardından annem sosyal medyada genele paylaştığım yoga kampı duyurularından birine gitmeye tamamen kendi karar verdi ve 63 yaşında yogaya başladı, Eckhart Tolle ve farkındalık üzerine kitaplar okuyor, nefes çalışıyoruz arada ve eve elinden geldiğince doğal tarım yapan çiftliklerden ürünler sokuyor, beslenmesine özen gösteriyor. Bunları yapması için ben onunla hiç konuşmadım ama sorduğunda yüreklendirdim, destek verdim. Ne 'sen kesin yaparsın, had git hadi hadi' dedim ne de 'yok anne sen ne uğraşacaksın bu yaştan sonra' dedim. Ben ne biliyorsam kendimde ne varsa onu yaşadım. O kendi seçti ne istediğini. Kendimle de gurur duyuyorum bu süreçte, annemle de...
Bir başka "yasa" daha var, Doğu öğretilerinde pek sık adı geçiyor. Sebep-sonuç ilişkisi, nedensellik ve oraların deyimi ile karma. Şu an hayatıma dönüp baktığımda bu karmik döngüleri, nedensellikleri, bir minik değişimin helezonik bir biçimde nelere yol açtığını (kelebek etkisi) çok net görebiliyorum. Tabi o anların içinden geçerken bunun farkında olmak ve o güven ve inançla o anları huzurla dinginlikle yaşamak henüz becerebildiğim bir şey değil fakat en azından görebiliyorum.

Padmasambhava (Guru Rinpoche - En Yüce Guru) diyor ki;
"Geçmiş yaşamını merak ediyorsan
Şimdiki yaşamına bak.
Gelecek yaşamını merak ediyorsan
Şu anki eylemlerine bak."
Ben, çocuk yetiştirme konusunda o dönem henüz farkına varılmamış olan bilgilerin eksikliğiyle veya belki bir yerlerde biliniyor bile olsa o bilgiye henüz ulaşamamış annemin, yine kendi annesinden ve ailesinden gördüğü, varlığına sanki bir "gerçek" gibi kazınmış olan birazı kültürel, birazı annemin bireysel eksikliklerini gidermek için bana uyguladığı davranışlarının hepsinin temelinin; annemin yetiştirilmesine bağlı olduğunu şu an biliyorum. Annemin annesi ve ailesi de o dönemde kendi ailelerinden, hayatın zorluklarından, bir takım kültürel inançlardan beslenerek, hayatta kalmaya çalışarak annemi o şekilde yetiştirdiler. Anneannemin annesi de yine kendi "bilebildiğinin" en iyisini verdi. Burada büyük bir karma var.
Bu anlattığım ailevi ilişkileri içeren karma-nedensellik içinde çok defa tartışmalar, çatışmalar veya sinmeler, yok sayılmalar yaşandı. Her biri aynı karmanın içinde. Her birey sistem içindeki bir şeyleri değiştirmek için savaştı fakat karma değişmedi. Çünkü karma, yani etki-tepki yasası, sistemin içinde o sisteme ait bir tepki verdikçe varlığına devam ediyor. Her etki bir tepki yaratıyor ve her tepki de bir etki. Ne zaman ki o örüntüden, döngüden sıyrılıp, bir adım dışarı atıp, önce tepkisiz kalmayı, sonra da nedenselliği görüp ondan özgürleşirsem, o zaman bu döngü, benim için kırılıyor. Karşımda sadece tepki veren ama beni etkileyemeyen bir durum kalıyor. Onu yoksaymayıp (yoksaymak da bir tepkidir) görüp, sakin ve dengede davranışlar içinde olmak ve aslında o karmaya değil de kendi hayatıma odaklı olmak, zamanla o karmanın hem benimle ilgili kısmında, hem de benim kontrolüm dışında olan kısmında bir şeyleri dönüştürüyor. Örüntüler kırıldıkça bütüncül karma da zayıflıyor ve zamanla yok oluyor.
Ayrıca, geçmişe dönüp baktığımda yaşadığım sorunların hepsi, bana büyük dersler verdiğini, beni güçlendirdiğini görüyorum. Tabii ki o dersleri daha yumuşak, daha anlayışlı, daha az kırıp dökerek almayı tercih ederdim. Fakat şu da su götürmez bir gerçek, dünyanın en rahat yaşam sürdürülebilen çağlarından birinde, tüm dünya ölçeğinde bakıldığında gerçekten iyi bir ailede dünyaya geldim ve yaşadığım tecrübelerin çok daha acısını yaşama ihtimalim yine bu dönemin dünyasında mevcut. Yani ben şu an ayaktaysam, hayattaysam, bunu geçmişteki öğrenmelerime borçluyum. Mesela bu yaşantım, 'ailevi' nedenlerle başıma gelmiş şeyler bahsettiğim zorlanmalar olmasaydı ne yönde akardı? Bu kadar zorlanıp da farkına varmasaydım bunca şeyi, daha 'mutlu' olur muydum günümüzün maddi dünyasında? Bana bu yazıları yazma şansını tanıyan yine o günler ve ailemdir. Bence bu ilişkiler ağı içinde suçlu da yok mağdur da...
Karmanın ve döngülerin, doğduğumuz anda hayatımızda bir gün aşılmak üzere (veya aşamadığımızda o karmanın içinde savrulup durmak da mümkün) zaten en başından beri olduğunu, benim kişisel olarak gözlerimin daha iyi görmesi, kalp gözümün ve hislerimin uyanması, güvenmem ve güçlenmem için bir şekilde zaten karşıma çıkacağını, hatta her kızdığımda öfkelendiğimde o duruma ve karşımdaki kişiye değil de, bu durumu aşamayan kendime kızdığımı şimdilerde daha güzel görüyorum. O yüzden her kızdığımda, öfkelendiğimde, üzüldüğümde, dengesizleştiğimde dönüp içime bakıyorum: bu konuda çıkamadığım döngü nerede, örüntüm nedir?
Prof. Dr. Cengiz Güleç de "Ustaca Yaşamak ve Otantik Varoluş" isimli denemesinde bu konuya değiniyor: "Kişiliğimizde bizi rahatsız eden yönlerimiz ve özelliklerimiz için 'geçmişi' sorumlu tutmayı yeğlemek yaygın bir tutumdur. Ancak unutmamak gerekir ki, olumlu niteliklerimiz ve becerilerimiz de köklerini geçmişimizden almaktadır. Nedense bu nokta akılda tutulmaz... Olumlu tutum ve davranışlarımızın ödülünü kendimize, olumsuz olanlarının sorumluluğunu başkalarına ya da geçmişe yüklemek, bir benlik savunması olarak anlaşılabilir tutumdur ama bedeli de ağırdır: Ruhsal bozukluklar..."
Tam da bu noktada bir süredir zihnimde netleşen bir soruyu da ortaya bırakayım istiyorum: Böyle büyük bir nedensellik-karma içinde, anlık bir olay sonucunda bir kişiyi 'suçlu' diye tanımlamak ve 'ceza' vermek, bu karmanın dışında bir davranış mı olur yoksa karmayı mı besler? Yani mesela, dağın zirvesine yağan karın baharda erimeye başlaması sonrası nehire karışması ve sonra nehirin akıp denizlere ulaşması sonrası denizden buharlaşan suyun bulutlara dönüşmesi, rüzgarlarla bulutların bir araya gelmesi sıkışması ve elektrik yüklenmesi sonucu o yükün taşınamaz hale gelmesi ile en "doğa ve fizik kanunlarına uygun" noktada yükünü yıldırım adı altında yeryüzüne boşaltması sırasında orada bulunan ineğin ölmesi sonrası, yıldırımı suçlu ilan edip hapse atsak, gerçekten de 'suçlu' bulunmuş ve 'gerekli ceza' verilmiş, 'suçun' da tekrarının önüne geçilmiş olur mu? Yoksa sistem ve karma değişmediği sürece, mahkemeler ve ceza sistemleri de sadece karmanın devamlılığına mı hizmet eder?
Veya günümüz dünyasında böyle büyük ölçekli bir nedensellik zinciri var mı?
Sevgiler.
oğuz çağım
Son not: Sayfa ziyaretçilerine bir de davetim var. Burası kişilerin ön bir ödeme veya koşula bağlı olmadan girip yazıları okuyabileceği bir ortam. Fakat bu durum bizlerin birbirimize destek olması, teşekkür etmesi, beslemesi, bağları derinleştirmesine engel olmamalı. Davetim, alışılagelmiş olan "para (bedeli) ödenir mal - hizmet alınır" soğuk ve otomatik döngüsünü, armağan, gönül bedeli, takas, paylaşım gibi yöntemlerle, sadece fiziksel form alışverişine bağlı kalmadan (kitap, dergi, kaset, vb maddelere bedel ödemeden), zorunluluk hissetmeden, sıcak ve aktif bir hale dönüştürmek üzerine. Para ve teşekkür ile ilişkilerimizi kolaylaştırabilmek, güçlendirebilmek, hayatlarımızı daha iyi destekleyebilmek adına, sizlerden gelecek hediyelere, takaslara, bağlantılara, maddi ve manevi tüm paylaşım ve desteklere kendimi açıyorum ve sizleri de bu derin paylaşıma davet ediyorum. Bir gönülden sarılma, bir mektup paha biçilemez olabilirken, paranın kendisinden de armağan olabilir. Yeter ki kendi kaynaklarımızın armağan ederken dengeyi bulabilelim...
Comments